Pages

Sunday, 20 November 2011

KW in November

Kasım ayının son 1/3'üne girdik! Zaman ne çabuk geçiyor ya da aslında ne kadar yavaş herşey! 2 ay 20 gün oldu geleli, 1 ay 20 gün oldu evimize yerleşeli. Henüz iki kez kar benzeri bir yağış gördük, beklediğimiz, beklerken hem merak hem endişe hissettiğimiz kar henüz yok meydanda. Havalar soğuk, ama sanırım İstanbul'dan daha soğuk değil. 
Christmas beklentisi var havada. Dün Christmas Parade vardı. Waterloo'dan başlayıp, Kitchener'a doğru ilerleyen bir geçit töreni. Biz Türk Okulundan çıktığımızda, otobüs durağına yürürken, sonlarına yetişebildik. Ama bu sebeple ilk kez trafiğin burada da kilitlenebildiğini gördük. Her zaman 15 dakika süren otobüs yolculuğumuz, 40 dakika sürdü dün. Kimse bu durumdan şikayetçi gibi görünmüyordu yine de, burada herkesin zamanı bol sanırım. 
Bu arada uzun zamandır yazmadığımı fark ettim bloguma. Öyle her zaman yazılmıyor, birikmesi lazım insanda, ilham denen o özel durumun uğraması lazım ki, ortaya bir şeyler çıksın. Bugünkü gibi.  
Bugün kardeşim Yunus'un radyo programını dinledik, her Pazar Türkiye saatiyle 22:00'de Alem FM'de: Kafamda Böcekler Var. Çok güzeldi bugün yine. Yunus'un hep anlatacakları oldu hayatta, hayatla kavgası, kendiyle kavgası oldu. Kafasında çok böcek dolaşırdı her zaman, onları paylaşacak mecralarının olması çok güzel. Bizim de bütün dinleyenleri gibi kendimize kattığımız şeyler var anlattıklarında. Algıları çok yüksek bir adam Yunus, bazen biraz fazla yüksek! Bugünkü programı da harikaydı yine. Türkçeyi bu kadar özenle kullanan, bu kadar derin, bu kadar çok yönlü az insan var medyada şimdilerde.
İnternet bize hayatın bir armağanı bence. Bugün herkesle skype üzerinden görüntülü konuştuk, yeğenim Zeynep'in ateşlenip, salondaki koltukta alnında buzlu suyla ıslatılmış havluyla yattığını gördük mesela. Üzüldük, ama bizi görünce şenlendi, sevindik. Duygu pirinç ayıklıyordu, akşam yemeğine hazırlık. 
Sevdiklerimizin Tekirdağ köftesi, patates salatası ve Hayrabolu tatlısından oluşan akşam yemeğini yedikleri sofraya konuk olduk sonra. Oğlumun güneş almayan evinde depresif öğrencilik hallerine tanık olduk. Yani kendimizi dahil ettik onların hayatlarına, onları da kendimizinkine. Aslında hiç çıkmadık birbirimizin hayatından, çıkamayız da. 
Buradaki hayatın kendine has yönlerine alışmaya çalışıyoruz hala. Bir macera bizim için. Oğlum bugün Kitchener Soccer Club U18 takımı ile antrenmana katıldı. Burada toplu taşıma çok yaygın ve çok kullanışlı olmasına rağmen, antrenman yaptıkları spor salonuna ulaşım yok ne yazık ki. Oğlum da antrenörleri ile iletişim kurarak, kendisine bir ulaşım yolu buldu. Çok sevdiği futbola devam edebiliyor olması, onu mutlu ediyor.
Ehliyetimi Ontario Eyaletinin ehliyeti ile değiştirmem gerekiyor. Bunun için Türkiye'den 1986 yılında aldığım ehliyetimin çevirisi gerekiyor. Çünkü ehliyetlerimizin ön yüzünü Türkçe-İngilizce yapmayı akıl edenler, arka yüzünü sadece Türkçe yapmışlar! Gerçekten çok akıllıca! Şimdi sadece arka yüzdeki 4 satır için çeviri yaptırmam gerekiyor. Sonra yeniden sınava girmem gerekiyor. Bu süreci ayrıca anlatırım.
Bir yandan araba bakıyoruz elbette biz de. Ama ehliyet almadan, araba da alamadığımızı öğrendik burada. O yüzden önce ehliyet. Bu hafta girebilmeyi umuyorum sınava. 
Bir hafta sonu daha bitiyor, huzurlu, sessiz evimizde. Oğlum koltukta uyuyor yanımda ben bunları yazarken. Her zaman olduğu gibi varlıkları bana umut veriyor, güç veriyor. Zor zamanları atlatmak onlarla mümkün oluyor, hayatın keyifli anları onlarla paylaşınca güzelleşiyor. 
Hava soğuk dışarıda, rüzgar var. Ama evimiz sıcak ve dingin. Burada olmayı seviyoruz.


Saturday, 29 October 2011

KW'da Bayram Havası

Oğullarımla birlikte Bayram kutlamalarına giderdik her sene. Hatta bir sene 29 Ekim'de sağanak yağış altında katılmıştık Bağdat Caddesindeki yürüyüşe, sırılsıklam olmuştuk, ama sonuna kadar eşlik etmiştik törene. Çok konuşmazdık Atatürk'ü, Cumhuriyeti kavram olarak evimizde, ama sahip çıkılması gereken değerler olarak öğrendiler yaşayarak çocuklarım bunları benden.
Bugün Türkiye'den çok uzakta, Kanada'da kutladık 29 Ekim'i. Burada çocuklarım var benim, yaşları 4 ile 11 arasında değişiyor. Kimi Türkçe biliyor, kimi bilmiyor. Bazıları hem İngilizce biliyor, hem Fransızca, ama aileleri Türkçe de bilsinler istiyor, onun için gönderiyorlar burada "Türk Okulu" dedikleri dil okuluna.
Aslında burası St Louis Adult Learning & Continuing Education Centres'a bağlı International Languages & Citizenship Program kapsamında talep dahilinde ilkokul çocuklarına farklı ülkelerin dillerini ve kültürlerini öğreten bir dil okulunda, Türk dilini ve kültürünü öğretmeyi amaçlayan bir sınıf. Burası Katolik bir okul, ama her dilden, her dinden insan var. Kanada'nın güzel tarafı da bu zaten. Hiç burada gördüğüm kadar farklı mezhebe ait kilise görmemiştim mesela başka ülkelerde. Ama bunun yanı sıra, mescit de var, sinagog da. Üstelik, burası gerçek anlamda laik bir ülke. Kimse kimsenin dininden, dilinden, kültüründen korkmuyor, aksine zenginleşmeye çalışıyor bunlarla. Ben buradan bakınca böyle görüyorum en azından.
Bugün sınıfımızı bayraklarla süsledik. Çocuklar resim yapmıştı, onları astık sınıfımıza. Velilerimiz kekler, börekler, kurabiyeler yapmıştı, onlarla birlikte kutladık bugünü. Ama önce her ders olduğu gibi güne "Oh Canada" ile başladık. Bu beni çok etkilemişti geldiğimizde de.
Her sabah çocuklar sınıflarında derse başlamadan, "Oh Canada" çalıyor, Kanada Milli Marşı. Çocuklar sınıflarında, ama ayakta dinliyorlar, isteyen eşlik edebiliyor. Üstelik kimi zaman İngilizce, kimi zaman Fransızca çalıyorlar, ikisi de resmi dil çünkü burada. Sonra başlıyor dersler.
Biz de her Cumartesi önce "Oh Canada" dinliyoruz derse başlamadan. Sonra Francesco, okulumuzun tesis yöneticisi, nereli olduğunu bilemediğim, sayamadığım kadar çok dil bildiğini düşündüğüm iri yarı adam, bazı bilgiler veriyor. En sonunda da güne veciz bir sözle başlıyoruz, bu sabahki Mark Twain'e aitti mesela.
Biz de törenimize İstiklal Marşı ile başladık. Ardından saygı duruşuyla devam ettik, Atatürk, şehitlerimiz ve depremde kaybettiklerimiz için. Ya da bu dünyadan göçen onlarca sevdiğimiz için, kim nasıl isterse. Ama velilerimiz ve çocuklarımın katılımıyla, harika bir koro olduğumuzu söyleyebilirim.
Sonra Andımızı okuduk hep birlikte. Çocuklar kek ve kurabiyelere daha fazla dayanamadığından, programın resmi kısmını böyle bitirdik.
Ders bittiğinde, herkes mutluydu. Çocuklar 29 Ekim'in ne anlama geldiğini sorduğumda, önce "Halloween" diyorlardı, şimdi eminim artık bugünü Cumhuriyet Bayramı, ya da onların ifadesiyle "Türkiye'nin Doğum Günü", olarak da hatırlayacaklar!

Wednesday, 19 October 2011

Hava puslu bugün KW'de!


Yazık ülkemin güzel insanlarına, gencecik fidanlarına! Çözmek için çabalıyoruz, açtık, açıyoruz, aştık, aşıyoruz derken, kördüğüm haline geldi sorun, şimdi kim bunun sorumlusu? Hangi sağduyuyu talep edebiliyor hala ülkeyi yönetenler? Ne için, kim için gözyaşı döküyor bu ülkenin bakanları? Neye bakıyorlar, bakıp da neden göremiyorlar? Gerçekten bu kadar mı zordu bunu çözmek? Bu kadar mı uzaktık çözüme? Şimdi neredeyiz peki? Siyaset yapmayacağım, bu şimdi gözyaşı döken, aziz milletinden her zamankinden daha fazla "sağduyu" bekleyen, yıllardır tek başına iktidarda olup, çözüm yerine sorunlar yumağı üreten, bunu yaparken de sürekli muhalefeti aziz milletine şikayet eden, hatta siyaset üstü olması gereken makamları siyasetle doldurup, makamının gerekliliklerini unutarak, "intikamı çok büyük olacak" diye beylik laflarla günü geçiştirenlerin işi. Ben anneyim, ben insanım, ben şimdi o ölen gençlerin de annesiyim! Yüreğim yandı, ama bendeki yangın, o ocaklardaki kadar yakabilir mi? Hangimizin acısı, yavrusunu yitiren anneninki kadar büyük olabilir? O annelerin hayatı artık eskisi gibi olabilir mi? Babaların gözleri eskisi gibi parlayabilir mi bir daha? Kardeşlerin özlemi neyle ölçülür peki? Ya Yunus'un dediği gibi, "yavukluların" hasreti? Peki ya babasız büyüyecek çocukların yüreğindeki boşluk nasıl dolar? Nasıl sarılır onların görünmeyen yaraları? Çankaya Köşkün'de verilen bir davette mi? Boyunlarına asılan madalyalarla mı?
Kürt açılımı dendiğinde, bazı "solcu", "aydın" arkadaşlarım çok mutlu olmuşlardı, "yetmez ama evet" demişlerdi! Benim çekincelerimi korkarım anlayamamışlardı. Yeterince "solcu" ve "aydın" bulmamışlardı duruşumu. Oysa o günden belliydi her şey, içi doldurulmayan, arkasında durulamayan her vaat, ne kadar süslü laflarla dile getirilirse getirilsin, kocaman bir balon gibi büyür, büyür, büyür, ama sonunda patlamaya mahkumdur. Daha o zaman görebildim ben bugün yaşananları, nasıl görebiliyorsam yakın gelecekte olacak olanları! "Açıyorum", "Ben açtım, oldu" diyerek yönetilemez bir ülke, bugün bir örneğini daha gördük işte. Hele bu kadar şaşalı bir "açılış" yapıp, sonra da "kapattım" diyemezsiniz! Soruna, "sorun" diyebilmelisiniz önce! Ülke yönetmek, "misketlerimi geri ver" diyerek olmaz!
Duruşum nettir benim: Büyük laflarla "kurtarılmasını" beklemem memleketin, kurtarılması gerekenlerin "büyük lafların" sahipleri olduğunu, ya da önce büyük lafların sahiplerinden "kurtulmanın" gerektiğini bilirim çünkü! Elimi taşın altına koyarım yeri geldiğinde, ama hangi taşın altına koyduğumu da bilmek isterim. Elimdeki en önemli güç, oyumdur benim, onu da özenle, aklı selimle kullanırım, kullanırım ki sonunda şikayet etme hakkım olsun!
Not: Bu yazı sağduyusuz bir yazıdır!

Monday, 17 October 2011

Canadian Paradox

Bu Kanadalılar kendi içlerinde çelişkilerle dolu: Hem işgücüne ihtiyaçları var, nüfus politikaları göçmenlik üzerine kurulu; hem de gelen nitelikli göçmenlerin kendi alanlarında iş bulmalarını gereğinden fazla zorlaştırıyorlar. Örneğin, işe alırken "Canadian experience" arıyorlar, ama herkes bu deneyimi aradığı için, ilk taşı atacak birini bulmak zor. Ama yine de aralarında cin gibi Kanadalılar da yok değil, iş yapacak, nitelikli elemanı gözünden tanıyor.
Çoğu meslek burada lisansa tabii, onu da elde etmek kolay değil. Belgelerin denkliği gerekiyor. Her diplomayı öyle hemen kabul etmiyor. Bazen en basit gibi görünen meslekler için bile sertifikalar, belgeler, lisanslar isteniyor. Herkesin bir yerlerden bir belgesi var yani!
Fakat bunun yanısıra kariyerini değiştirmek, geliştirmek isteyenlere de kaynak sunuyor hükümet. Örneğin işten çıkarıldığınızda, Ontario hükümeti size geri ödemesiz 28000 CAD verebiliyor, bununla yeni bir kariyer için eğitim almanızı ve bir süre geçinmenizi sağlıyor. Ekonomik krizden olumsuz etkilenen çalışanları böyle destekliyor devlet. İşte aslında sosyal devlet olmak böyle bir şey!
Vergi gelirleri anlayabildiğim kadar son derece düzenli tutuluyor. Yıl sonunda sizin başvurunuza gerek kalmadan, sizin özel şartlarınız göz önünde bulundurularak vergileriniz yeniden hesaplanıyor ve ödediğiniz verginin bir kısmı size geri dönüyor. Sanırım bu herkese ilaç gibi geliyordur :) Tek başına çocuk yetiştiren annelere vergi iadesi çok daha fazla oluyormuş diye duydum.
Bir de çocuklar için 18 yaşına kadar sağlık hizmetleri ücretsiz. Ayrıca bir de çocuk parası ödüyor devlet. Çok değil belki, ama yine de bizdeki kadar az değil. Bizim de bordromuzda çocuk yardımı yazıyor da kimse ondan bir şey anlamıyor. Burada yerel yönetimlerin de çocukların boş zamanlarını değerlendirmek için sunulan hizmetlerden faydalanmalarını sağlamak amacıyla ödenekleri var.
Aslında hemen her şey ücretli ama genelde her şey için bir yerlerden ödenek, destek bulmak mümkün gibi görünüyor. Böyle olacağına ücretsiz yapsalar, daha iyi olmaz mıydı diye düşünmeden edemiyor insan.
Sağlık hizmetleri, diş tedavileri dışında, büyük ölçüde ücretsiz. Bazı şirketler çalışanlarının ve ailelerinin diş tedavilerini karşılıyor. Hatta bazı şirketler çalışanlarının masaj terapilerini bile karşılıyor, nasıl ama!
İmkanları kısıtlı olanlara barınma ve yiyecek desteği de sağlıyor bildiğim kadarıyla.
Yani şu ana kadar gördüğüm, insanların mutlu ve huzurlu oldukları. Ayrıntıları yaşadıkça göreceğim, gördükçe de sizlerle paylaşacağım.

Saturday, 8 October 2011

Fire Alarm

Saat 03:56. Gece 02:30'da yattığım yatağımdan, 03:04'de bir sesle fırladım. Bir alarmdı çalan ama henüz uykuya yeni dalmak üzereyken uyandığımdan, ne olduğunu anlayamadım bir süre. Bizim daireden geliyor sandım. Her yeri kontrol ettim. çayın altını kapatmıştım, ütüyü fişten çekmiştim. Başka ne olabilirdi ki? Ben ne yapmalıyım diye düşünürken, ses sinir bozucu bir şekilde devam ediyordu.
Balkona çıkıp baktım, saat 03:07'ydi. Apartmanın önüne itfaiye geldi. Derken bir itfaiye aracı daha, bir tane daha... Sonra koridora baktım, sesler vardı. Genç bir adam, emniyette olmak için aşağıya inmeyi öneriyordu. Oğlumu uyandırdım, üzerimize ilk bulduğumuz montu aldık, çantamı ve telefonumu kaptım (malum, Blackberry Bold 9900!). Anahtarımızı aldık, almasak da olurdu, zira burada kapı dışarıdan anahtarla kapatılmadığında kilitlenmiyor. Yani anahtarı içeride unuttum derdi yok. Kapıyı kilitleyip, yangın merdiveninden inmeye başladık.

Bu arada evimiz 18 katlı, asansörde 19 yazıyor ama bu, 13. katın olmayışından. Her katta 16 daire var, 1, 2 ve 3 odalı olmak üzere. Yani bu binalarda kaç kişinin oturduğunu artık siz hesaplayın. Biz 14. katta oturuyoruz. Resimde sağdaki blokta. Merdivenlerden aşağıya indik. Panik yok, herkes sakin. Merdivenler düşündüğümden  daha kısa sürede bitti ve bahçedeydik. Dışarıda insanlar birikmişti, ama yine herkes sakin. Hava bir Ekim sabahı için sıcak sayılabilirdi. Üşümedik hiç.
İtfaiye arabasının önünde hatıra fotoğrafı çektirenler bile vardı. Bir saydık ki tam 3 büyük itfaiye aracı caddede bekliyor, biri bizim apartmanın önünde, bir de polis aracı ile itfaiyeye ait komuta aracı toplam 6 araç vardı (bu kadar matematik yapabiliyorum hala sabahın bu saatinde, ama apartmanda oturanları hesaplayamam doğrusu, bildiğim tek şey, çok olduğu!). İki itfaiyeci kapıda nöbet bekliyordu inenleri güvenle dışarıya çıkarmak için. Asansörler hemen devre dışı bırakılmıştı. 3 büyük asansörümüz var bu arada. Yarım saat kadar bahçede durduk, sonra itfaiye apartmana girişi açtı. Lobiye geçtik, orada koltuklar var, orada oturduk biraz çünkü itfaiye asansörleri kontrol ediyordu hala. 5 dakika kadar da orada oturduk, bebekli aileler, yaşlılar, herkes sakin sakin bekliyordu. Berkcan dedi ki "apartmanımızın ilk sosyal etkinliği bu". Sonra itfaiye asansörleri de serbest bıraktı, o kadar kalabalık en az yarım saat sürer evlerimize çıkmamız derken, 3 dakika içerisinde lobi boşalmıştı. Biz tabii sorumluluk sahibi ve bilinçli insanlar olarak çocuklular ve yaşlılara öncelik tanıdık ama tanımasak da zaten hepimiz en geç 5 dakikada evlerimizde olacakmışız.
Eve çıktığımızda saat 03:44'ü gösteriyordu.
İlginç bir gece yaşadık. Alarmın sebebini öğrenememiş olsak da insanların işlerini ne kadar ciddiye aldıklarını bir kez daha gördük. Ve kendimizi güvende hissettik. Bu arada diğer bloktaki komşularımız uykularını bozmadılar hiç. Etraf onca tantanaya rağmen çok sessizdi yani.
Kitchener Fire Department görevlilerine şükranlarımızı sunuyoruz!
Saat 04:23!

Tuesday, 4 October 2011

Moving from Waterloo to Kitchener: Welcome to Canada!

Burada herkes her işini kendi yapıyor: Mesela suyu kapınıza kadar getiren kimse yok. Mesela arkasında "yük ve eşya taşınır" yazan kamyonetler yok.

Ama burada her şeye pratik çözümler var. Mesela taşınmaya: Kamyonet kiralayabiliyorsunuz eşyanızın miktarına göre. Biz de öyle yaptık tabii ki. En yaygın olanı U-Haul. 24 saat kamyonet sizde kalabiliyor. Ama kilometre başına da para alıyorlar. Yanınıza eş, dost bulup, sırtlanıyorsunuz mobilyayı. İyi tarafı, az eşya varsa, çok uygun oluyor. Kötü tarafı, çok eşya varsa, canınız çıkıyor! Ama genelde beyaz eşya taşınmıyor burada.
Geldiğimizden beri aldıklarımızı evinde kaldığımız arkadaşımızın önce evinde, sonra oralara sığmayıp, yüzsüzlüğümüzde sınır tanımayarak, ev sahibinin jipini garajından çıkarıp, garajında biriktirmişiz. Bir koltuk, iki yatak diye baktığımız eşyamız, bir kamyonet dolusu olmuş meğer!
Ama çok şükür dostlar edinmişiz buralarda da hemen, ya da dost insanlar da varmış! Işılak Ailesi bize çok yardımcı oldu, onlarsız ne yapardık bilmiyorum.
Akşamdan aldık U_haul'u. Tabii önce onun hikayesini anlatmalıyım: Taşınmamız bir Cumartesi gününe kaldığından, tedbirli davranıp, önceden rezervasyon yaptırdın on-line. Yeni taşınacağımız eve yakın bir yerden kiralarsam, eşyaları boşalttıktan sonra çok kilometre yapmayız diye düşünerek. Uyanıklık yaptım yani. Cuma akşamından aldık aracı, ama beklediğimiz gibi bir ofis çıkmadı karşımıza, içinde herşeyin satıldığı bir bakkal dükkanıymış meğer. Önce bulamadık hatta, dolandık epeyce. Sonra bulduk neyse ki. İşlemler jet hızıyla tamamlandı hiç konuşmayan çekik gözlü dükkan sahibi tarafından. Highway'i kullanarak, Waterloo'ya geldik.
Ve yağmur başladı! Ailemizin iki ferdi biz taşınamadan Türkiye'ye döndükleri ve akılları da burada kaldığı için, en azından eşyaları garaja taşıyalım da size kolay olsun taşımak demişlerdi. İyi ki de demişler! Zaten iyi ki de varlar! Garaja yanaştırdık kamyoneti ve imece usulü yükledik tüm eşyaları. Yaklaşık 40 dakika kadar sürdü. Havadaki ani sıcaklık değişimi korkunçtu. Bir iki saat içinde, yağmur, rüzgar, soğuk!
İşimiz bittiğinde, çayımız hazırdı. Keyifle içtik çayımızı, yanında güzel sohbetle.
Bu arada taşınacağınız ev bir apartman ise, öyle keyfinize göre kamyonu dayayamıyorsunuz kapıya. Asansörü kullanmyın diyen apartman yöneticisi ile asansörsüz taşımam diyen taşımacılar arasında da kalmıyorsunuz. Size belirli bir süre için belirli bir asansör tahsis ediliyor, arkadan da kapısı olan. Ve o asansör siz taşınana kadar başkaları tarafından kullanılamıyor.
Bizim 11'e kadardı süremiz, 10:40'da işimiz bitmişti. Eşyaları eve attık ve sevgili Oya bizi kahvaltıya götürdü. Orayı ayrıca anlatacağım. Ama bu vesile ile biz Alaattin'in doğum gününü kutlama fırsatı da bulduk. İnsan doğum gününde, eşya taşır mı? Üstelik henüz bir iki haftadır tanıdığı insanların eşyasını? Dost boşuna denmiyor!

Wednesday, 28 September 2011

Public Transportation


Yerel halkla bütünleşmek adına toplu taşıma araçlarını kullanıyoruz artık :) Kitchener ve Waterloo iki ayrı şehir, fakat öylesine içiçe geçmişler ki nerede Kitchener bitiyor, nerede Waterloo başlıyor belli değil. O yüzden buraya "Twin-City" diyorlar. Waterloo Üniversitesi bölgenin en önemli kuruluşlarından biri, o nedenle hemen tüm bağlantılar üniversite içerisindeki duraktan yapılıyor. Otobüs duraklarında bir sonraki otobüsün kaç dakika sonra geleceği bilgileri geçiyor elektronik yazı ile. İlk bindiğinizde verdiğiniz biletin yerine, transfer bileti istiyorsunuz, o bileti de hangi yöne isterseniz 90 dakika süre ile kullanabiliyorsunuz. 
Otobüslerin içerisinde "inecek" düğmesi yok, onun yerine "inecek" ipi var! Sarı bir kablo, boydan boya pencerelerin kenarlarından geçen (yukarıdaki fotoğrafa dikkatle bakarsanız, göreceksiniz). O ipe ya da kabloya asılmak gerekiyor, otobüsün durmasını istediğinizde.
Bir diğer tuhaf durum ise, ineceğinizde kapıların açılması ile ilgili: Ya kapının ortasındaki el işaretine el sallayacaksınız, bir sensör bunu algılayacak ve kapı açılacak (ya da tüm çabalarınıza rağmen, sensör sizi yoksayacak, görmeyecek, kapı açılmayacak, stres olacaksınız, ama sizden başka kimse stres olmayacak, herkes sakin, biri gelecek, elini sallayacak ve kapı nihayetinde açılacak). Ya da kapılardaki tutma yerlerini iteceksiniz ve kapı açılacak (bu daha kesin sonuç veriyor, daha az strese yol açıyor, tecrübeyle sabit).
Otobüs şoförüne, ki bunların çoğu kadın, yol sorduğunuzda öfleyip, pöflemeyecek ve hatta açık adres isteyecek, her otobüsün içerisinde mevcut olan ahizeyi kaldıracak, anında merkeze bağlanacak, verdiğiniz adrese en yakın durağı öğrenecek ve sizi o durakta indirecek! Yaşadım, gördüm, oradan biliyorum yani! Bu arada arkanızda otobüse binmeyi bekleyenler, itişmeyecek, sinirlenmeyecek. Böyle burası işte, herkesin sinirleri alınmış gibi.
Otobüsün içinde, şoför mahallinin hemen bitiminde yerde bir sarı çizgi var, ve bir de bir levha var ön camın üzerinde asılı olan, diyor ki özetle: "Bu sarı çizginin önünde yolcu olduğu taktirde, bu araç hareket etmeyecektir" Ve bu sabah öyle oldu gerçekten de, otobüs bekledi, son yolcu da ayağını sarı çizginin içine çekti ve otobüs öyle hareket etti. Dolayısıyla, otobüs dolduğunda, "ilerleyelim beyler" "kardeşim biraz daha sıkışsanız da biz de binsek" gibi monologlar yaşanmıyor, gerilim olmuyor. Biz mesela bu akşam eve gitmek için bineceğimiz otobüse bu yüzden binemedik, bir sonraki otobüse kaldık. Oysa bana göre o otobüs daha dışarıda kalanların en az iki katını alabilirdi! 
Otobüslerin çoğu engelliler için özel donanımlı. Olmayanlar da tarifelerde açıkça belirtiliyor. Ayrıca bacağınızı mı kırdınız, hareket kabiliyetiniz mi kısıtlı, özel bir sistem kurmuşlar, sizi kapınızdan alıp, kapınıza bırakıyor, ve tüm bunlar aynı toplu taşıma hizmeti anlayışı ile yapılıyor. 
Otobüsler belli ki milyon dolarlara alınmamış, o denli lüks değil, ama son derece fonksiyonel. Ortadaki koltuklar kapanıp, tekerlekli sandalye, ya da bebek arabası için yer açılabiliyor ve o koltuklarda oturanlar ikaz edilmeye gerek kalmadan yer veriyorlar. Bugün bindiğim otobüs, ki küçük sayılabilecek bir otobüstü, biri ikiz bebekler için olmak üzere, iki bebek arabasını aynı anda sığdırabildi bu alana. Tekerlekli sandalyedekiler, bebek arabası kullananlar, yaşlılar için otobüs alçalabiliyor kaldırımın kenarında, bu da tabii binmelerini kolaylaştırıyor. Herşey düşünülmüş yani, ve herşey işliyor. 
Yalnız otobüsleri hor kullanıyor buradaki gençler, kahveyle, yiyecekle binmek serbest, ama sonra çöplerini yanlarına almıyorlar, otobüste bırakıyorlar. Yine de otobüsler çöplüğe dönmüyor, bunu ben de anlamadım, nasıl oluyor.
Bir özellik daha var burada: Bisikleti olanlar, otobüs durduğunda bisikletlerini otobüsün önüne asabiliyorlar. En üstteki resimde göreceksiniz. Bunu şehirlerarası otobüslerde de böyle yapıyorlar.
Bu arada şehirlerarası otobüs duraklarında, durağın içerisinde ısıtıcı var, düğmeye basınca 10 dakika süreyle ısıtıyor durağı. Yani soğukla da yaşamayı biliyorlar. 
Anlaşıldığı üzere bugün günümü toplu taşıma araçlarında geçirdim ve çok memnun kaldım. En uzun yazımı da böylece yazmış oldum şimdilik.
Yakında size olumsuzlukları da aktarabilmeyi umuyorum, çünkü bu kadar herşey tıkır tıkır işlerken insan biraz sıkılıyor haliyle!



Tuesday, 27 September 2011

Canadian Sun

Kanada'da bu kadar güneşe maruz kalacağımı, üstelik yılın bu mevsiminde, tahmin edemezdim elbette. Eylü'ün sonlarındayız, ama haftasonu bizi mutlu eden güneş, şu anda yüzümde alerjiye neden oldu, yüzüm yanıyor, buz koyuyorum, o kadar yani :)
oğlum Berkcan'ın Waterloo Soccer Club seçmeleri vardı geçtiğimiz haftasonu. Getirilmesi gerekenler arasında güneş kremi de vardı, ama ben ciddiye almamış, hatta bilmiş bilmiş sırıtmıştım okuyunca. Ama adamlar bir şey biliyorlar da söylüyorlarmış. Güzel havanın tadını çıkarırken, başımıza geleceklerden bihaberdik elbette. İşte şimdi çıkıyor acısı.
Bu arada seçmelerin sonucunu merak edenler olabilir, henüz belli olmadı. Haftaya iki gün daha oynayacaklar, sonra belli olacak.
Seçmelerle ilgili gözlemlerimi bir başka blog yazımda paylaşacağım. Şimdilik yine havluya sardığım buzluğu yüzüme tutmalıyım :)

Tuesday, 20 September 2011

KW Havaları


Bugün olağanüstü güzel bir gün, dünkü bulutlu, puslu, yağışlı havanın ardından inanması zor geliyor. En azından havanın değişkenliği bakımından İstanbul'u aratmayan bir yer burası.
Fakat ilginç bir gökyüzü var burada, sanki bulutlar daha yakın. Gün doğarken de sanki farklı, yoksa bana mı öyle geliyor? Jetlag olduğumuz günlerde gün doğmadan kalktığımız için, pencereden yansıyan görüntüyü seyrederken öyle düşündüm: Daha yoğun bir kızıllık, daha parlak bir güneş vardı sanki.
Bulutların yoğun olduğu zamanlarda da sanki daha yakın, daha yoğunmuş duygusu oluyor. Henüz nedenini çözemedim, çözdüğümde, paylaşacağım :)
Şu anda dışarıya bakınca o kar yağışı ile ünlü ülkenin burası olduğuna inanmak çok zor. Hala sıcak mesela. 20 derece civarında, güzel bir sonbahar, sakin bir hava.
Herkesin merakla beklediği kar yağışını ben de sabırsızlıkla bekliyorum. Bu sene arabamız da olmayacak, bakalım o zaman ne yapacağız. Evimiz otobüs duraklarına çok yakın. Evimizin yanında bir de yürüyüş parkuru var, kar yağdığında, oğlumla sıkı sıkı giyinip, orada yürümenin güzel olacağını düşünüyorum... en azından şimdilik!

Kitchener-Waterloo havaları böyle işte, yazmaya devam edeceğim tüm bunları.

Monday, 19 September 2011

Schoolbus - İstanbul'da 19 Eylül paniği haberlerine istinaden

Bir Pazartesi sabahı KW'de... Oğlumu okula bırakmak için yola çıktık, malum bir Pazartesi sendromu yaşıyor insan. Trafik görece yoğun (burada ne kadar yoğun olabilirse işte). Yollarda çocuklar okullarına yürüyorlar, çünkü genelde evlerine en yakın okula gidiyorlar. Bana göre de dünyanın en mantıklı şeyi. Bizdeki gibi ortalık okul servisinden geçilmiyor değil. Sadece sarı okul otobüsleri (Schoolbus! başlığa gönderme yaparak) var öğrenci taşıyan, onların da dokunulmazlığı var adeta: Çocukları alıyor ya da bırakıyorken, neredeyse bütün trafik duruyor, amaç çocukların güvenliği. Çocuk olduklarını, bazen öngörülemez davranışlar içerisinde olabileceklerini akıllarında tutarak. Bu manzaraya artık alıştık.
Schoolbus ile gidemiyorsa çocuklar, o zaman toplu taşıma araçlarını (ki burada sadece otobüsler var o anlamda, dolmuş, minibüs, metrobüs, deniz otobüsü, şehir hatları vapuru yok yani! Trenler var ama onlar sadece şehirlerarası işliyor, tramvay ise burada görmedik.) kullanıyorlar. Benim oğlumu okula arabayla götürmemin iki sebebi var: 1. şu anda bir arkadaşımızın evinde kalıyoruz, okula arabayla 20 dakika; 2. oğlum özel bir programa (IB) devam ediyor ve bu programı veren bu bölgede sadece tek bir okul var, yani evimize en yakın okul olamadı o yüzden, bundan böyle o da otobüsle gidecek.
Eğitim sistemini ayrıca anlatacağım, ancak beni çok heyecanlandırdığını söylemeden geçemeyeceğim yine de.
Ama asıl bu sabah gördüğümüz manzarayı paylaşmak istiyorum: Okula gidiş ve okuldan çıkış saatlerinde yaya geçitlerinde ellerinde "Stop!" işaretleri, üzerlerinde florasan renkli yelekleri ve şapkaları ile görevliler çocukların  zaten doğal olarak, sessiz bir toplumsal mutabakat ve terbiye ile sağlanmış olan güvenliklerini daha da arttırma çabasıyla, çocukların güvenle karşıdan karşıya geçmelerini sağlıyorlar. Bu görevi üstlenenler, genellikle ileri yaşlarda kadınlar ve erkekler. Burada hayat 60'ında bitmiyor! Bunu daha sonra anlatacağım. Bu sabah gördüğümüz kadın, okul otobüsünün yaklaştığını görerek yaya geçidinin kenarında dans etmeye başladı! Evet, bildiğiniz dans! Bugün Pazartesi, bu iş de çekilir mi demediği belliydi. Mutluydu, elinde taşıdığı işaretle, işe yaradığını bilmekten. Çocukların okula döndüğünü görmekten. Otobüs şoförü (ki onların da çoğu kadın!) ışıklarda durmuş, yeşil yanmasını beklerken, gülümsüyordu karşısındaki manzaraya. Bu gördüklerimiz karşısında şaşkınlığımız sürerken, iki kavşak sonrasında, yolun kenarında okula gitmek için arkadaşlarını bekleyen genç bir delikanlının (lise öğrencisi) da dans ettiğini gördük ve anladık ki, okula gitmekten mutlu bir nesil var bu ülkede! Pazartesi bile olsa!

Saturday, 17 September 2011

Kitchener Pazarı



Bugün biraz uyumak istedik, o yüzden geç kalktık. Güzel bir kahvaltının ardından Kitchener Pazarına gitmek için yola koyulduk. Yolumuzun üzerindeki garage sales tabelalarının cazibesine kapılmamak mümkün olmadığından, onları geze geze gittik. Pazar şehrin ortasında bir binanın içerisinde kuruluyor. Taze meyve, sebze, çiçek zenginliği rengarenk güzelliği içerisinde göz alıyor. Ama eksik olan bir şeyler var, burada "soğana gel, soğana" diye bağıran pazarcılar yok. Bize biraz durgun gelmesi ondan sanırım :) Et ürünleri, peynirler, bal, akçaağaç şurubu, taze ekmekler satılıyor. Çok keyifliydi gazmesi. Menonitler burada da dikkati çekiyordu. Dünyadaki en büyük Menonit nüfusu Etiyopya'dan sonra burada yaşıyor. Onları daha sonra anlatacağım, ilginç insanlar.
Biraz üzüm aldık, çekirdeksiz, kocaman yeşil ve kırmızı üzümler, çok lezzetliler. Bir paket küçücük, soyulmuş havuç aldık, bir de yeşil soğan. Bugünlük pazar alışverişimiz bununla sınırlıydı. Ama çok keyifli bir başlangıç oldu haftasonuna.

Friday, 16 September 2011

Garage Sales - for my non-Turkish friends

Garage Sales are certainly on top of the list of our "best things to do for newcomers to Canada"! It is amazing what treasures you may find there. People of different socio-economic groups, different cultures are eagerly visiting garage sales on weekends, everybody for a different reason: Some of them just for curiosity, some of them in need of furnishing a new home for less. Some of them are looking for special items, most probably collectors. Bits and pieces, wonderful to look around, to see what people have gathered together in years. When they no longer need it, they just make it available to others who actually could need them, for small amounts of money, and sometimes, not seldom, for free. 
In our first garage sales experience, a family gave us 3 bags full of mugs, instead of 1 bag we had actually paid for. All of a sudden, we had 29 mugs! Almost enough to start our own garage sales!
Tomorrow is again a garage sales day, we are excited about new things waiting to be discovered. 
I actually should write a book about getting along on little money... "The Canada Manual" maybe :)

Garage Sales

Evet yine bir hafta sonu, yine garage sales zamanı! Burada en çok sevdiğimiz etkinliklerin başında sanırım garage sales geliyor. Geldiğimizden beri kimbilir kaç garage sales gezdik, hepsi ayrı bir hazine, hepsi ayrı bir keyif. Yarını sabırsızlıkla bekliyoruz, bakalım neler bulacağız bu defa. En çok kitaplara seviniyoruz, kitap deyince yine akan sular duruyor. Burada kendi evimiz olduğunda, ilk yapacağımız şey hiç kuşkusuz bir garage sales olacak. Hakkı Beye sözüm var, ona bir garage sales partisi düzenleyeceğim! Ne de olsa buranın kültürüne ayak uydurmak gerekiyor! İnsanların kullanmadıkları şeyleri bahçelerine çıkarıp, üç kuruş-beş kuruş demeden satmaları ve bundan keyif almaları çok güzel. Ekonomik düzeyi yüksek olan insanlar da geliyor, düşük olan insanlar da. Bazıları sırf meraktan, bizim gibi. Bazıları belli ki özel bir şey arıyor, kolleksiyoncu belki. Bazıları da ihtiyaçtan geliyor, yine bizim gibi, yeni bir hayat kurmak kolay değil. İlk gittiğimiz garage salesin birinde bir torba fincan aldık 1 dolara, iki torba daha vardı, ama ihtiyacımız yok diye almamıştık. Arabanın bagajına koyarken aldıklarımızı, arkamızdan evin sahibi yetişip, diğer iki torbayı da tutuşturdu elimize: Birden bire 29 fincanımız oluverdi, hepsi 1 dolara! Eve gelip dizdik hepsini, baktık ki istesek bizim de elimizde kendi garage salesimizi düzenleyecek kadar malzeme birikmiş bile :)
Sahi ben yakında bir kitap yazmaya başlayabilirim, az parayla çok iş yapmak üzerine. "Kanada El Kitabı" mesela...

The Working Centre Experience - 1

Bugünkü danışmanlık randevumuz burada iş bulmak konusunda halihazırda oldukça bilgili olduğumuzu göstermiş olsa da,  Prof. Kimmo Himberg'in çok sevdiğimiz şu sözlerine atıf yapmadan geçemeyeceğiz :" We are never good enough!" Ya da güzelim Türkçemizin nadide özdeyişlerinden birine de atıf yapabiliriz elbette: "Öğrenmenin yaşı yoktur." Tabii bu özdeyişi şöyle zenginleştirmek de mümkün: "Öğrenmenin ne yaşı, ne de sonu vardır!"
Özetle, bugünkü görüşme önümüzde yeni ufuklar açtı! Haftaya Cuma yine aynı saatte buluşmak üzere ayrıldık bugün The Working Centre'dan.

The Working Centre


Birazdan buradaki ilk "iş bulma danışmanlığı" hizmetinden faydalanacağım, "The Working Centre" danışmanlarından L. Hanım ile görüşeceğim. Randevumuzu 1 hafta öncesinden aldık. Oğlumla merkezin karşısında bulunan "Queen Street Commons Cafe"de oturup, beklerken,  ufak tefek, çıtı pıtı bir hanım yanımızdan geçerken birden durup döndü ve sordu "are you Turkish?", "Evet" dedik şaşkınlıkla. Fularımdan tanımış. Geçen sene Şirince'den aldığımız fuları takmıştım bugün, sevgilim almıştı onu bana. Birazdan görüşeceğimiz
danışmanımızmış meğer. Bakalım nasıl bir görüşme olacak. Daha önce hiç böyle iş aramamıştım, bakalım bana nasıl önerilerde bulunacak. Gerçekten merak ediyorum. Buranın özgeçmiş yazma sistemi bile farklı sanırım. Öğreneceğiz. Ve elbette, öğrendiklerimizi sizlerle paylaşacağız bloğumuzda. Ne de olsa bu blog bunun için var: KW havaları, her ne olursa olsun :)
Güzelmiş bu blog olayı, sevdim bunu da!

Thursday, 15 September 2011

Sincaplar ve Yaban Kazları

Burada sokak kedileri ve sokak köpekleri yok... onun yerine sokak yaban kazları ve sokak sincapları var... her yerden fırlayabiliyor sokak sincapları, sincap gibiler gerçekten, yani sonuçta sincaplar işte... ve renk renk sincaplar var, ben bu yaşıma kadar gördüğüm sincabın on katını gördüm şu iki haftada: Ben sincabı sadece boz bilirdim, ama grisi var, siyahı var, koyu kahverengisi var, açık kahverengisi var. Çok sevimliler!
Yaban kazları var bir de burada, sürüyle hem de... Geçen sabah gördüğümüz manzara müthişti: Sabah oğlumu okula bırakmak için yola çıktık, birden trafik durdu, genelde yayalar için herkes her an durabiliyor ama bu defa biraz uzun durduk, sonra birden fark ettik ki, trafiği durduran küçük bir yaban kazı sürüsü: Önde biraz daha irice, bir bacağı biraz aksayan, yürüyüşünden bilge yaban kazı olduğu belli bir kaz, arkasında 8-10 daha küçük yaban kazı... tıpkı Yunus'un sahnede Avrupa'da insanların karşıya geçişlerini anlattığı gibi: Öndeki kaz bir ileri gidiyor, sonra birden aklına bir şey geliyor ve durup, geri dönüyor, sonra yine devam etmeye karar veriyor, ama yarı yolda yine vazgeçiyor... nihayet kazlar yolun karşısına geçme eylemlerini tamamladılar ve trafik açıldı. O ana kadar ne bir korna sesi, ne arabasından inen kimse olmadı. Akşam dönerken baktık ki, aynı kaz sürüsü, bu defa yolun diğer tarafına geçmek için bekliyordu, sanki işe gitmişler de evlerine dönüyor gibi. Tüm bunlar şehrin ortasında olup bitti, kimse yadırgamadı, bizden başka sanırım. Şimdi her sabah aynı yerde görüyoruz onları, selamlıyoruz sessizce yanlarından geçerken.
Ben sevdim yaban kazlarını, sincapları da...

Mevsim Normalleri

Kanada'da ilk soğu gördük bugün, hazırlıksız yakalandık, belki de ondan ama çok üşüyoruz! Hava birden 8 dereceye düştü, güneşli, kuru bir soğuk. "Mevsim normallerini" bilemediğimizden, "altında" ya da "üstünde" şeklindeki yorumlarımızı daha sonra yapacağız:) Şimdilik ilk fırsatta kalın kazaklarımızı valizden çıkarmayı düşünüyoruz. Ayrıca İstanbul'un sıcaklığını yazan sevdiklerimizin yazdıklarıyla da içimizi ısıtmaya çalışacağız elbette! Herkese sevgiler Kitchener Kütüphanesinden!