Pages

Monday, 6 February 2012

Diversity!


Epeydir yazmamıştım bloğuma, korkarım çok şey birikti bu arada.

Babamı kaybettiğim günde, babamı kaybettikten 15 yıl sonra amcamı kaybettim. Bir gece yarısı gelen mesajla aldım haberini. Yapacak hiçbir şey yoktu, teselliyi oğullarımda, sevgilimde ve telefonla ulaşabildiğim sevdiklerimde buldum. Babamı yazacağım bir gün, ve amcalarımı, o güzel insanları, şimdi bizden uzakta bir diyarda buluşan 3 güzel insanı ve onları güzel yapan annelerini! Ama o gün, bugün değil!

Kar ve kar ile ilgili deneyimlerimizi yazmak isterdim, ama onun yerine Kanada'ya getirdiğimiz muhteşem ılıman iklimi yaşıyoruz şu anda.

Epey aşama kaydettik yeni bir ortama alışmak konusunda. Oğlum sessiz sedasız kendi dönüşümünü gerçekleştiriyor. Bugün itibariyle İspanyolca da öğrenmeye başladı. Ben de buradaki hayata uyum sağlamaya çalışıyorum. Etrafımızda çok güzel insanlar gördük bugüne kadar, bu bize güç verdi sevdiklerimizden uzakta olduğumuz günler için. 

Burada toplumun büyük harflerle yazdığı değerlerin başında "DIVERSITY" geliyor, çünkü Kanada nüfus politikasını göçmenlik üzerine kuran bir ülke ve istatistiklere göre Kitchener-Waterloo bölgesi de son dönemlerde en çok göçmenin yerleştiği bölgelerden. Her ırktan, dinden, dilden, etnik kökenden insan var burada. Ve onlarla toplumun zenginleştiğine inanıyor ve bu inancı daha da ileri götürmeye, hayatın içine taşımaya, bir yaşam biçimi haline getirmeye çalışıyorlar.


Bu sabah bölge belediyesinin binasında Dialogue on Diversity etkinlikleri kapsamında "Colour Me" adlı bir belgesel gösterimine katıldım. Şubat ayı burada "Month of Black History" olarak kutlanıyor. Geçmişte yaşananlardan öğrenmeye, geçmişle barışmaya çalışıyorlar. Pek çok sorun böyle çözülebiliyor, unutmak-unutturmak yerine, ders almak, yüzleşmek daha kalıcı çözümler getirebiliyor sorunlara. Kafalarını kuma gömmek yerine, tüm iletişim kanallarını açık tutmaya çalışıyorlar. Çeşitliliğin, bir tehdit değil, aksine zenginlik olduğunu görmek, medeniyet anlamında gelişmeyi de beraberinde getiriyor.

Güzel bir belgeseldi gösterilen. Yıllar önce Almanya dönüşümüzde ben ve kız kardeşim benzer bir video çekimine katılmıştık, Almanya'dan kesin dönüş yapan öğrencilerin yaşadıkları sıkıntıları anlatan bir belgeseldi o da, Alman Hükümeti tarafından desteklenen, Almanya'daki okullarda gösterilen bir videoydu. Çok keyif almıştık, çok da mutlu olmuştuk bizi dinleyen birileri olduğu için. 

Bu videoda da siyah ırktan geçlerle çalışmışlar. Lise öğrencilerinin hayattan neler beklediği, siyah olmanın ne demek olduğu, "stereotype" insanlar olmamanın, kendini bulmanın önemi vurgulanıyordu. Beyaz bir anne ve siyah bir babanın çocuğu olan, "melez" olmanın sıkıntılarıyla büyümüş bir aktör-komedyen, burada tercih edilen tabirle "motivation speaker" tarafından gerçekleştirilen bir projeydi. Çok başarılı bulduğumu söylemeliyim.

Bu etkinliği de tabii bir "networking" imkanı olarak değerlendirdim. Yeni insanlarla tanıştım. Yeni insanlar beni buldu, hatta CTV muhabiri "hikayemle" ilgilendiğini söyleyerek, telefonumu aldı, çünkü benim yine söyleyecek sözüm vardı bu toplantıda da. Çok mutlu ve zenginleşmiş olarak ayrıldım oradan.

5 ay önce geldiğim bu ülkede, her yeni gün yeni şeyler öğrendim, kimi gün küçük, kimi gün büyük adımlar attım. Etrafımda bana inanan, beni destekleyen pek çok insan buldum! Ve bugün, beni çok heyecanlandıran yeni bir işe başladım: Intercultural Conflict Resolution Project Service Cooordinator. Burada Community Justice Initiatives adında bir sivil toplum örgütü var. Onlarla birlikte çalışacağım bundan sonraki 8 hafta boyunca. Sonrasına ise bakacağız hep birlikte. Ama çok inandığım bir alanda, "Diversity" anlamında katkı sağlayabileceğim için çok mutluyum!

İlerisi için hayallerim, bu hayalleri gerçekleştirmek için her zamankinden fazla enerjim, coşkum, tutkum ve desteğim var! 


Sunday, 20 November 2011

KW in November

Kasım ayının son 1/3'üne girdik! Zaman ne çabuk geçiyor ya da aslında ne kadar yavaş herşey! 2 ay 20 gün oldu geleli, 1 ay 20 gün oldu evimize yerleşeli. Henüz iki kez kar benzeri bir yağış gördük, beklediğimiz, beklerken hem merak hem endişe hissettiğimiz kar henüz yok meydanda. Havalar soğuk, ama sanırım İstanbul'dan daha soğuk değil. 
Christmas beklentisi var havada. Dün Christmas Parade vardı. Waterloo'dan başlayıp, Kitchener'a doğru ilerleyen bir geçit töreni. Biz Türk Okulundan çıktığımızda, otobüs durağına yürürken, sonlarına yetişebildik. Ama bu sebeple ilk kez trafiğin burada da kilitlenebildiğini gördük. Her zaman 15 dakika süren otobüs yolculuğumuz, 40 dakika sürdü dün. Kimse bu durumdan şikayetçi gibi görünmüyordu yine de, burada herkesin zamanı bol sanırım. 
Bu arada uzun zamandır yazmadığımı fark ettim bloguma. Öyle her zaman yazılmıyor, birikmesi lazım insanda, ilham denen o özel durumun uğraması lazım ki, ortaya bir şeyler çıksın. Bugünkü gibi.  
Bugün kardeşim Yunus'un radyo programını dinledik, her Pazar Türkiye saatiyle 22:00'de Alem FM'de: Kafamda Böcekler Var. Çok güzeldi bugün yine. Yunus'un hep anlatacakları oldu hayatta, hayatla kavgası, kendiyle kavgası oldu. Kafasında çok böcek dolaşırdı her zaman, onları paylaşacak mecralarının olması çok güzel. Bizim de bütün dinleyenleri gibi kendimize kattığımız şeyler var anlattıklarında. Algıları çok yüksek bir adam Yunus, bazen biraz fazla yüksek! Bugünkü programı da harikaydı yine. Türkçeyi bu kadar özenle kullanan, bu kadar derin, bu kadar çok yönlü az insan var medyada şimdilerde.
İnternet bize hayatın bir armağanı bence. Bugün herkesle skype üzerinden görüntülü konuştuk, yeğenim Zeynep'in ateşlenip, salondaki koltukta alnında buzlu suyla ıslatılmış havluyla yattığını gördük mesela. Üzüldük, ama bizi görünce şenlendi, sevindik. Duygu pirinç ayıklıyordu, akşam yemeğine hazırlık. 
Sevdiklerimizin Tekirdağ köftesi, patates salatası ve Hayrabolu tatlısından oluşan akşam yemeğini yedikleri sofraya konuk olduk sonra. Oğlumun güneş almayan evinde depresif öğrencilik hallerine tanık olduk. Yani kendimizi dahil ettik onların hayatlarına, onları da kendimizinkine. Aslında hiç çıkmadık birbirimizin hayatından, çıkamayız da. 
Buradaki hayatın kendine has yönlerine alışmaya çalışıyoruz hala. Bir macera bizim için. Oğlum bugün Kitchener Soccer Club U18 takımı ile antrenmana katıldı. Burada toplu taşıma çok yaygın ve çok kullanışlı olmasına rağmen, antrenman yaptıkları spor salonuna ulaşım yok ne yazık ki. Oğlum da antrenörleri ile iletişim kurarak, kendisine bir ulaşım yolu buldu. Çok sevdiği futbola devam edebiliyor olması, onu mutlu ediyor.
Ehliyetimi Ontario Eyaletinin ehliyeti ile değiştirmem gerekiyor. Bunun için Türkiye'den 1986 yılında aldığım ehliyetimin çevirisi gerekiyor. Çünkü ehliyetlerimizin ön yüzünü Türkçe-İngilizce yapmayı akıl edenler, arka yüzünü sadece Türkçe yapmışlar! Gerçekten çok akıllıca! Şimdi sadece arka yüzdeki 4 satır için çeviri yaptırmam gerekiyor. Sonra yeniden sınava girmem gerekiyor. Bu süreci ayrıca anlatırım.
Bir yandan araba bakıyoruz elbette biz de. Ama ehliyet almadan, araba da alamadığımızı öğrendik burada. O yüzden önce ehliyet. Bu hafta girebilmeyi umuyorum sınava. 
Bir hafta sonu daha bitiyor, huzurlu, sessiz evimizde. Oğlum koltukta uyuyor yanımda ben bunları yazarken. Her zaman olduğu gibi varlıkları bana umut veriyor, güç veriyor. Zor zamanları atlatmak onlarla mümkün oluyor, hayatın keyifli anları onlarla paylaşınca güzelleşiyor. 
Hava soğuk dışarıda, rüzgar var. Ama evimiz sıcak ve dingin. Burada olmayı seviyoruz.


Saturday, 29 October 2011

KW'da Bayram Havası

Oğullarımla birlikte Bayram kutlamalarına giderdik her sene. Hatta bir sene 29 Ekim'de sağanak yağış altında katılmıştık Bağdat Caddesindeki yürüyüşe, sırılsıklam olmuştuk, ama sonuna kadar eşlik etmiştik törene. Çok konuşmazdık Atatürk'ü, Cumhuriyeti kavram olarak evimizde, ama sahip çıkılması gereken değerler olarak öğrendiler yaşayarak çocuklarım bunları benden.
Bugün Türkiye'den çok uzakta, Kanada'da kutladık 29 Ekim'i. Burada çocuklarım var benim, yaşları 4 ile 11 arasında değişiyor. Kimi Türkçe biliyor, kimi bilmiyor. Bazıları hem İngilizce biliyor, hem Fransızca, ama aileleri Türkçe de bilsinler istiyor, onun için gönderiyorlar burada "Türk Okulu" dedikleri dil okuluna.
Aslında burası St Louis Adult Learning & Continuing Education Centres'a bağlı International Languages & Citizenship Program kapsamında talep dahilinde ilkokul çocuklarına farklı ülkelerin dillerini ve kültürlerini öğreten bir dil okulunda, Türk dilini ve kültürünü öğretmeyi amaçlayan bir sınıf. Burası Katolik bir okul, ama her dilden, her dinden insan var. Kanada'nın güzel tarafı da bu zaten. Hiç burada gördüğüm kadar farklı mezhebe ait kilise görmemiştim mesela başka ülkelerde. Ama bunun yanı sıra, mescit de var, sinagog da. Üstelik, burası gerçek anlamda laik bir ülke. Kimse kimsenin dininden, dilinden, kültüründen korkmuyor, aksine zenginleşmeye çalışıyor bunlarla. Ben buradan bakınca böyle görüyorum en azından.
Bugün sınıfımızı bayraklarla süsledik. Çocuklar resim yapmıştı, onları astık sınıfımıza. Velilerimiz kekler, börekler, kurabiyeler yapmıştı, onlarla birlikte kutladık bugünü. Ama önce her ders olduğu gibi güne "Oh Canada" ile başladık. Bu beni çok etkilemişti geldiğimizde de.
Her sabah çocuklar sınıflarında derse başlamadan, "Oh Canada" çalıyor, Kanada Milli Marşı. Çocuklar sınıflarında, ama ayakta dinliyorlar, isteyen eşlik edebiliyor. Üstelik kimi zaman İngilizce, kimi zaman Fransızca çalıyorlar, ikisi de resmi dil çünkü burada. Sonra başlıyor dersler.
Biz de her Cumartesi önce "Oh Canada" dinliyoruz derse başlamadan. Sonra Francesco, okulumuzun tesis yöneticisi, nereli olduğunu bilemediğim, sayamadığım kadar çok dil bildiğini düşündüğüm iri yarı adam, bazı bilgiler veriyor. En sonunda da güne veciz bir sözle başlıyoruz, bu sabahki Mark Twain'e aitti mesela.
Biz de törenimize İstiklal Marşı ile başladık. Ardından saygı duruşuyla devam ettik, Atatürk, şehitlerimiz ve depremde kaybettiklerimiz için. Ya da bu dünyadan göçen onlarca sevdiğimiz için, kim nasıl isterse. Ama velilerimiz ve çocuklarımın katılımıyla, harika bir koro olduğumuzu söyleyebilirim.
Sonra Andımızı okuduk hep birlikte. Çocuklar kek ve kurabiyelere daha fazla dayanamadığından, programın resmi kısmını böyle bitirdik.
Ders bittiğinde, herkes mutluydu. Çocuklar 29 Ekim'in ne anlama geldiğini sorduğumda, önce "Halloween" diyorlardı, şimdi eminim artık bugünü Cumhuriyet Bayramı, ya da onların ifadesiyle "Türkiye'nin Doğum Günü", olarak da hatırlayacaklar!

Wednesday, 19 October 2011

Hava puslu bugün KW'de!


Yazık ülkemin güzel insanlarına, gencecik fidanlarına! Çözmek için çabalıyoruz, açtık, açıyoruz, aştık, aşıyoruz derken, kördüğüm haline geldi sorun, şimdi kim bunun sorumlusu? Hangi sağduyuyu talep edebiliyor hala ülkeyi yönetenler? Ne için, kim için gözyaşı döküyor bu ülkenin bakanları? Neye bakıyorlar, bakıp da neden göremiyorlar? Gerçekten bu kadar mı zordu bunu çözmek? Bu kadar mı uzaktık çözüme? Şimdi neredeyiz peki? Siyaset yapmayacağım, bu şimdi gözyaşı döken, aziz milletinden her zamankinden daha fazla "sağduyu" bekleyen, yıllardır tek başına iktidarda olup, çözüm yerine sorunlar yumağı üreten, bunu yaparken de sürekli muhalefeti aziz milletine şikayet eden, hatta siyaset üstü olması gereken makamları siyasetle doldurup, makamının gerekliliklerini unutarak, "intikamı çok büyük olacak" diye beylik laflarla günü geçiştirenlerin işi. Ben anneyim, ben insanım, ben şimdi o ölen gençlerin de annesiyim! Yüreğim yandı, ama bendeki yangın, o ocaklardaki kadar yakabilir mi? Hangimizin acısı, yavrusunu yitiren anneninki kadar büyük olabilir? O annelerin hayatı artık eskisi gibi olabilir mi? Babaların gözleri eskisi gibi parlayabilir mi bir daha? Kardeşlerin özlemi neyle ölçülür peki? Ya Yunus'un dediği gibi, "yavukluların" hasreti? Peki ya babasız büyüyecek çocukların yüreğindeki boşluk nasıl dolar? Nasıl sarılır onların görünmeyen yaraları? Çankaya Köşkün'de verilen bir davette mi? Boyunlarına asılan madalyalarla mı?
Kürt açılımı dendiğinde, bazı "solcu", "aydın" arkadaşlarım çok mutlu olmuşlardı, "yetmez ama evet" demişlerdi! Benim çekincelerimi korkarım anlayamamışlardı. Yeterince "solcu" ve "aydın" bulmamışlardı duruşumu. Oysa o günden belliydi her şey, içi doldurulmayan, arkasında durulamayan her vaat, ne kadar süslü laflarla dile getirilirse getirilsin, kocaman bir balon gibi büyür, büyür, büyür, ama sonunda patlamaya mahkumdur. Daha o zaman görebildim ben bugün yaşananları, nasıl görebiliyorsam yakın gelecekte olacak olanları! "Açıyorum", "Ben açtım, oldu" diyerek yönetilemez bir ülke, bugün bir örneğini daha gördük işte. Hele bu kadar şaşalı bir "açılış" yapıp, sonra da "kapattım" diyemezsiniz! Soruna, "sorun" diyebilmelisiniz önce! Ülke yönetmek, "misketlerimi geri ver" diyerek olmaz!
Duruşum nettir benim: Büyük laflarla "kurtarılmasını" beklemem memleketin, kurtarılması gerekenlerin "büyük lafların" sahipleri olduğunu, ya da önce büyük lafların sahiplerinden "kurtulmanın" gerektiğini bilirim çünkü! Elimi taşın altına koyarım yeri geldiğinde, ama hangi taşın altına koyduğumu da bilmek isterim. Elimdeki en önemli güç, oyumdur benim, onu da özenle, aklı selimle kullanırım, kullanırım ki sonunda şikayet etme hakkım olsun!
Not: Bu yazı sağduyusuz bir yazıdır!

Monday, 17 October 2011

Canadian Paradox

Bu Kanadalılar kendi içlerinde çelişkilerle dolu: Hem işgücüne ihtiyaçları var, nüfus politikaları göçmenlik üzerine kurulu; hem de gelen nitelikli göçmenlerin kendi alanlarında iş bulmalarını gereğinden fazla zorlaştırıyorlar. Örneğin, işe alırken "Canadian experience" arıyorlar, ama herkes bu deneyimi aradığı için, ilk taşı atacak birini bulmak zor. Ama yine de aralarında cin gibi Kanadalılar da yok değil, iş yapacak, nitelikli elemanı gözünden tanıyor.
Çoğu meslek burada lisansa tabii, onu da elde etmek kolay değil. Belgelerin denkliği gerekiyor. Her diplomayı öyle hemen kabul etmiyor. Bazen en basit gibi görünen meslekler için bile sertifikalar, belgeler, lisanslar isteniyor. Herkesin bir yerlerden bir belgesi var yani!
Fakat bunun yanısıra kariyerini değiştirmek, geliştirmek isteyenlere de kaynak sunuyor hükümet. Örneğin işten çıkarıldığınızda, Ontario hükümeti size geri ödemesiz 28000 CAD verebiliyor, bununla yeni bir kariyer için eğitim almanızı ve bir süre geçinmenizi sağlıyor. Ekonomik krizden olumsuz etkilenen çalışanları böyle destekliyor devlet. İşte aslında sosyal devlet olmak böyle bir şey!
Vergi gelirleri anlayabildiğim kadar son derece düzenli tutuluyor. Yıl sonunda sizin başvurunuza gerek kalmadan, sizin özel şartlarınız göz önünde bulundurularak vergileriniz yeniden hesaplanıyor ve ödediğiniz verginin bir kısmı size geri dönüyor. Sanırım bu herkese ilaç gibi geliyordur :) Tek başına çocuk yetiştiren annelere vergi iadesi çok daha fazla oluyormuş diye duydum.
Bir de çocuklar için 18 yaşına kadar sağlık hizmetleri ücretsiz. Ayrıca bir de çocuk parası ödüyor devlet. Çok değil belki, ama yine de bizdeki kadar az değil. Bizim de bordromuzda çocuk yardımı yazıyor da kimse ondan bir şey anlamıyor. Burada yerel yönetimlerin de çocukların boş zamanlarını değerlendirmek için sunulan hizmetlerden faydalanmalarını sağlamak amacıyla ödenekleri var.
Aslında hemen her şey ücretli ama genelde her şey için bir yerlerden ödenek, destek bulmak mümkün gibi görünüyor. Böyle olacağına ücretsiz yapsalar, daha iyi olmaz mıydı diye düşünmeden edemiyor insan.
Sağlık hizmetleri, diş tedavileri dışında, büyük ölçüde ücretsiz. Bazı şirketler çalışanlarının ve ailelerinin diş tedavilerini karşılıyor. Hatta bazı şirketler çalışanlarının masaj terapilerini bile karşılıyor, nasıl ama!
İmkanları kısıtlı olanlara barınma ve yiyecek desteği de sağlıyor bildiğim kadarıyla.
Yani şu ana kadar gördüğüm, insanların mutlu ve huzurlu oldukları. Ayrıntıları yaşadıkça göreceğim, gördükçe de sizlerle paylaşacağım.

Saturday, 8 October 2011

Fire Alarm

Saat 03:56. Gece 02:30'da yattığım yatağımdan, 03:04'de bir sesle fırladım. Bir alarmdı çalan ama henüz uykuya yeni dalmak üzereyken uyandığımdan, ne olduğunu anlayamadım bir süre. Bizim daireden geliyor sandım. Her yeri kontrol ettim. çayın altını kapatmıştım, ütüyü fişten çekmiştim. Başka ne olabilirdi ki? Ben ne yapmalıyım diye düşünürken, ses sinir bozucu bir şekilde devam ediyordu.
Balkona çıkıp baktım, saat 03:07'ydi. Apartmanın önüne itfaiye geldi. Derken bir itfaiye aracı daha, bir tane daha... Sonra koridora baktım, sesler vardı. Genç bir adam, emniyette olmak için aşağıya inmeyi öneriyordu. Oğlumu uyandırdım, üzerimize ilk bulduğumuz montu aldık, çantamı ve telefonumu kaptım (malum, Blackberry Bold 9900!). Anahtarımızı aldık, almasak da olurdu, zira burada kapı dışarıdan anahtarla kapatılmadığında kilitlenmiyor. Yani anahtarı içeride unuttum derdi yok. Kapıyı kilitleyip, yangın merdiveninden inmeye başladık.

Bu arada evimiz 18 katlı, asansörde 19 yazıyor ama bu, 13. katın olmayışından. Her katta 16 daire var, 1, 2 ve 3 odalı olmak üzere. Yani bu binalarda kaç kişinin oturduğunu artık siz hesaplayın. Biz 14. katta oturuyoruz. Resimde sağdaki blokta. Merdivenlerden aşağıya indik. Panik yok, herkes sakin. Merdivenler düşündüğümden  daha kısa sürede bitti ve bahçedeydik. Dışarıda insanlar birikmişti, ama yine herkes sakin. Hava bir Ekim sabahı için sıcak sayılabilirdi. Üşümedik hiç.
İtfaiye arabasının önünde hatıra fotoğrafı çektirenler bile vardı. Bir saydık ki tam 3 büyük itfaiye aracı caddede bekliyor, biri bizim apartmanın önünde, bir de polis aracı ile itfaiyeye ait komuta aracı toplam 6 araç vardı (bu kadar matematik yapabiliyorum hala sabahın bu saatinde, ama apartmanda oturanları hesaplayamam doğrusu, bildiğim tek şey, çok olduğu!). İki itfaiyeci kapıda nöbet bekliyordu inenleri güvenle dışarıya çıkarmak için. Asansörler hemen devre dışı bırakılmıştı. 3 büyük asansörümüz var bu arada. Yarım saat kadar bahçede durduk, sonra itfaiye apartmana girişi açtı. Lobiye geçtik, orada koltuklar var, orada oturduk biraz çünkü itfaiye asansörleri kontrol ediyordu hala. 5 dakika kadar da orada oturduk, bebekli aileler, yaşlılar, herkes sakin sakin bekliyordu. Berkcan dedi ki "apartmanımızın ilk sosyal etkinliği bu". Sonra itfaiye asansörleri de serbest bıraktı, o kadar kalabalık en az yarım saat sürer evlerimize çıkmamız derken, 3 dakika içerisinde lobi boşalmıştı. Biz tabii sorumluluk sahibi ve bilinçli insanlar olarak çocuklular ve yaşlılara öncelik tanıdık ama tanımasak da zaten hepimiz en geç 5 dakikada evlerimizde olacakmışız.
Eve çıktığımızda saat 03:44'ü gösteriyordu.
İlginç bir gece yaşadık. Alarmın sebebini öğrenememiş olsak da insanların işlerini ne kadar ciddiye aldıklarını bir kez daha gördük. Ve kendimizi güvende hissettik. Bu arada diğer bloktaki komşularımız uykularını bozmadılar hiç. Etraf onca tantanaya rağmen çok sessizdi yani.
Kitchener Fire Department görevlilerine şükranlarımızı sunuyoruz!
Saat 04:23!

Tuesday, 4 October 2011

Moving from Waterloo to Kitchener: Welcome to Canada!

Burada herkes her işini kendi yapıyor: Mesela suyu kapınıza kadar getiren kimse yok. Mesela arkasında "yük ve eşya taşınır" yazan kamyonetler yok.

Ama burada her şeye pratik çözümler var. Mesela taşınmaya: Kamyonet kiralayabiliyorsunuz eşyanızın miktarına göre. Biz de öyle yaptık tabii ki. En yaygın olanı U-Haul. 24 saat kamyonet sizde kalabiliyor. Ama kilometre başına da para alıyorlar. Yanınıza eş, dost bulup, sırtlanıyorsunuz mobilyayı. İyi tarafı, az eşya varsa, çok uygun oluyor. Kötü tarafı, çok eşya varsa, canınız çıkıyor! Ama genelde beyaz eşya taşınmıyor burada.
Geldiğimizden beri aldıklarımızı evinde kaldığımız arkadaşımızın önce evinde, sonra oralara sığmayıp, yüzsüzlüğümüzde sınır tanımayarak, ev sahibinin jipini garajından çıkarıp, garajında biriktirmişiz. Bir koltuk, iki yatak diye baktığımız eşyamız, bir kamyonet dolusu olmuş meğer!
Ama çok şükür dostlar edinmişiz buralarda da hemen, ya da dost insanlar da varmış! Işılak Ailesi bize çok yardımcı oldu, onlarsız ne yapardık bilmiyorum.
Akşamdan aldık U_haul'u. Tabii önce onun hikayesini anlatmalıyım: Taşınmamız bir Cumartesi gününe kaldığından, tedbirli davranıp, önceden rezervasyon yaptırdın on-line. Yeni taşınacağımız eve yakın bir yerden kiralarsam, eşyaları boşalttıktan sonra çok kilometre yapmayız diye düşünerek. Uyanıklık yaptım yani. Cuma akşamından aldık aracı, ama beklediğimiz gibi bir ofis çıkmadı karşımıza, içinde herşeyin satıldığı bir bakkal dükkanıymış meğer. Önce bulamadık hatta, dolandık epeyce. Sonra bulduk neyse ki. İşlemler jet hızıyla tamamlandı hiç konuşmayan çekik gözlü dükkan sahibi tarafından. Highway'i kullanarak, Waterloo'ya geldik.
Ve yağmur başladı! Ailemizin iki ferdi biz taşınamadan Türkiye'ye döndükleri ve akılları da burada kaldığı için, en azından eşyaları garaja taşıyalım da size kolay olsun taşımak demişlerdi. İyi ki de demişler! Zaten iyi ki de varlar! Garaja yanaştırdık kamyoneti ve imece usulü yükledik tüm eşyaları. Yaklaşık 40 dakika kadar sürdü. Havadaki ani sıcaklık değişimi korkunçtu. Bir iki saat içinde, yağmur, rüzgar, soğuk!
İşimiz bittiğinde, çayımız hazırdı. Keyifle içtik çayımızı, yanında güzel sohbetle.
Bu arada taşınacağınız ev bir apartman ise, öyle keyfinize göre kamyonu dayayamıyorsunuz kapıya. Asansörü kullanmyın diyen apartman yöneticisi ile asansörsüz taşımam diyen taşımacılar arasında da kalmıyorsunuz. Size belirli bir süre için belirli bir asansör tahsis ediliyor, arkadan da kapısı olan. Ve o asansör siz taşınana kadar başkaları tarafından kullanılamıyor.
Bizim 11'e kadardı süremiz, 10:40'da işimiz bitmişti. Eşyaları eve attık ve sevgili Oya bizi kahvaltıya götürdü. Orayı ayrıca anlatacağım. Ama bu vesile ile biz Alaattin'in doğum gününü kutlama fırsatı da bulduk. İnsan doğum gününde, eşya taşır mı? Üstelik henüz bir iki haftadır tanıdığı insanların eşyasını? Dost boşuna denmiyor!